DİĞER SİTELERİM...

cennet yurdumuzun her şehri için ayrı bir site oluşturdum. bu sitelere Profilimin tamamını görüntüle yazan yere tuşlayıp ulaşabilirsiniz. bu sayfalar sizlerin değerli katkıları ile zenginleşecek kuşkusuz... Ayrıca bazı görüşlerimi yazdığım http://www.sosyolojitalebesi.blogspot.com/ sitesi ile yazmış olduğum romanın büyükçe bir bölümünü içeren http://www.neremineremi.blogspot.com/ adlı siteleri ziyaret ederek de ulaşabilirsiniz.



saygılarımla;



Yahya GÜNEŞER



17 Haziran 2010 Perşembe

BU MEMLEKET KURULDU KURULALI...

BU MEMLEKET KURULDU KURULALI BÖYLE ZULÜM GÖRMEMİŞTİR…Çok sıklıkla duyarız yukarıdaki bu kısa cümleyi arkadaş sohbetlerinde… Genelde final cümlesidir ve bu cümle kullanıldıktan sonra bir kahkaha atmak da adettendir…Peki, bu söz neden ve nerede sarf edilmiştir?Bilen var mıdır? Yoktur… ya da işin aslını bilen vardır da bildiğini çıkıp açık açık söylemez… Bilmeyenler de kah kendi memleketlerine yorumlarlar bu sözü kah komşu veya sevdikleri veya şakalaştıkları, takıldıkları bir başka memlekete…İşin içyüzünü bilen biri olarak bunu herkese anlatmak benim sorumluluğum ve bu güzel memleketime ve de bu güzel memleketimin güzel insanlarına anlatmak boynumun borcu…Eh! O zaman anlatayım….Olay 1950 li yılların başında güzel ülkemizde geçiyor…Güzel ülkemizin hangi memleketinde derseniz söylemem.Laik, demokratik, sosyal ve çağdaş bir hukuk devletine sahip ülkemizde hiç kimseyi incitmek küstürmek istemem… Ama ipucu olarak söyleyeyim… Ülkemizin çok kalabalık illerinden veya çok kalabalık ilçelerinden birinde değil…Orta kalabalıkta bir nüfus yoğunluğuna sahip bir il veya bir ilçe… Anadolu da veya Trakya da mıdır? Onu da söylemem…Dedim ya 1950 li yılların başlarında geçiyor bu olay diye… Neyse anlatayım…O yıllarda dış dünyaya bir açılım merakı vardır bir açılım merakı vardır ki sormayın gitsin…Batılılaşma modernleşme adına Paris modası günü gününe Hollywood filmleri vizyonu vizyonuna İngiliz ve alman edebiyatı hecesi hecesine Takip ediliyor diğer bir ifadeyle epey müşteri buluyordur…Aylardan sonbahardır… devlet konservatuarından haytalık ve haylazlıkları nedeni ile ilişiği kesilmiş yani mezun olamamış üç genç müzisyen kahvede oturmuş pineklemektedir.Bu gençler hangi çalgıları çalıyordu onu da söylemem… Müzisyenleri de küstürmek istemem.Bu çalgılar yok efendim nefesli tahta çalgılar mıydı, bilmezsin nefesli bakır çalgılardan mı idi, abime diyeyim vurmalı çalgılar mıydı, nasıl desem yaylı çalgılardan mıydı yoksa telli çalgılardan mıydı? Açık açık hangileri idi; bilirim; ancak o çalgıların erbaplarını üzmemek küstürmemek için açık açık yazmam. Söylemem efendim söylemem.Şimdi siz benim son derece ürkek ve de çekingen bir yazı karalama çalakalem yazma erbabı olduğumu düşünebilirsiniz… Bu bana yapılmış büyük bir haksızlık olur…Efendim ben ülkemizdeki bazı ürkek ve de çekingen ve de rüzgara göre esen ve dahi kendini aydındın ve de entelcan diye lanse eden kişilere hiç benzemem. Rica ederim.Onun içindir ki karar verdim.Aha da yazıyorum.Bu üç gençten biri nefesli bakır sazlardan diğeri vurmalı sazlardan sonuncusu da yaylı sazlardan bir süre eğitim almışlardır; eğitimlerini tamamlayamamışlardır okuldan atılmışlardır. Tekraren beyan ederim…İşte bu üç genç kahvede pineklerken içlerinden biri;*- Yaa arkadaşlar ne yapacağız böyle boş boş oturmak nereye kadar? Der..Diğeri ise*-Evet yaa hakikaten bir şeyler yapmak lazım. Der.Üçüncüsü yapılacak olanı söyler*-arkadaşlar! O kadar eğitim aldık. Bir mini orkestra oluşturalım. Turneye çıkalım, memleket memleket dolaşalım. Diye konuşur.Diğerlerinin kafasına yatar bu fikir… hemen hazırlıklara başlarlar… Tahta valize birkaç parça giyecek bir de yanlarına çalgılarını alırlar ve yollara düşerler…Önce trene binerler; epey giderler trenden inerler otobüse binerler.otobüsle de epey giderler sonra otobüsten inerler ve minibüse binerler giderler giderler ve çok güzel bir beldeye varırlar… Bu yemyeşil; yakınından bir dere geçen, havadar dağ manzaralı ve hafiften denizin iyot kokusunun da hissedildiği havası güzel suyu güzel insanları güler yüzlü bir beldeye gelirler…Minibüsten beldenin meydanında inerler içlerinden yaylı saz çalan genç meydandaki kalabalığa*-selamünaleyküm ağabeyler! Kimdir bu yerlerin,bu güzel beldenin yetkilisi ve de etkilisi ? Kendisi nerededir acep? Bulsak da derdimizi arz etsek… Diye konuşur…Kalabalık biraz sessizleşir sonra içlerinden iyi giyimlice olan birisi;*-buyurun gençler! Şehrimize hoş geldiniz! Safalar getirdiniz ve de nedir derdiniz? Diye konuşur.Vurmalı çalgı çalan genç;*-ağabey! Biz büyük şehirden geliriz.. müzisyeniz.. klasik müzik çalarız konser vermek isteriz… Diye konuşur..*-nesik nesik? Diye sorar ahaliden biri…*-konserve mi dağıtacaksınız yoksa? Der diğeri…*-Yok ağabeyim yok! Ecnebi müziği çalarız biz… Konser dediğimiz ise dinleti dinleti…*-Yaaaaaaaa! Der oradakiler hep bir ağızdan*-demek öyle! Birden bire bir sevinç dalgası sarar her bir yanı…*-hele şöyle buyurun yiğitler! Denilerek karşılanır ve meydan kahvesinin önüne hemen iskemleler çıkarılır…*-yoldan geldiniz! Karnınız da açtır şimdi sizin !denilip tereyağlı etli dürümler söylenir…Köpüklü ayranlar getirtilir…*-nereden gelirsiniz gençler? Diye sohbete girilir…*-büyük şehirden!der vurmalı çalgı çalan genç..*-Demek öylee! Der içlerinden bir başka kelli felli olan ve yanındaki bir adama döner*-koş git belediye ye hoparlörden duyursunlar… Şehrimizin sinemasına. Gençlere dönerek*- nesikti? nesikti? Diye sorar..*- Klasik... Klasik müzik diye cevap verir yaylı çalgı çalan genç…*-he! Klasik! Klasik müzik! Yav dur şunu bir kağıda yazalım da maazallah unutursuuun bilmezsin yanlış söylersiiiin bir sıkıntı olmasın. Heh! Yaz bakalım..*-şehrimizin sinemasına klasik müzik çalan … Tekrar gençlere döner*-neydi?*-mini orkestra! Mini orkestra! der yaylı çalgı çalan genç…*-Allah iyi etsin diye söylenir fısıltıyla ayaktaki adam! Yaz oğlum yaz*-şehrimiz sinemasına büyük şehirden ecnebi klasik müzik çalan bir mini topluluk gelmiştir.bu akşam sinemada… Duyurulur. Desinler… Sinemadakilere de göster o kağıdı … Hadi bakalım. Koş! Fırla! Der…Gençler dürümlerini bitirip çaylarını içmeye başladığında şehir meydanında çay içtikleri kahvenin karşısındaki sinema salonunun önüne bir bez afiş yazılıp asılmıştır bile…· BÜYÜK ŞEHİRDEN GELEN KLASİK ECNEBİ MÜZİK ÇALAN MİNİ TOPLULUK GÖSTERİSİ SAAT 8 DE DUHULİYE 40 KURUŞ*Sinema salonu oldukça büyük görünmektedir... En az elli altmış yıllık eski bir taş binadır. İçeride de 13 erli sıralardan 20 tane yani tam 260 koltuk vardır. Belediye ikinci anonsunu da yapmıştır… Sinemanın önü kalabalıklaşmaya başlamıştır…Çalgıcı gençler ikinci çaylarını bitirdiklerinde sinemanın önü tıklım tıklım dolmuştur… Bu durum gençleri çok neşelendirmiştir.Akşam olmaktadır… Gençler salonu görmek isterler… Çantalarını alıp sinemaya doğru yürümeye başlarlar… bir yandan etrafta fısıldaşmalar başlar.*-büyük şehirden gelmişler… çalgıcı imişler… Ecnebi müziği çalıyorlarmış… Breh breh breh…*Gençlerin yürüyüşü hafif kasıntılı hale dönüşmüştür artık..Kapıdaki görevlilerden biri saygı ile karşılar onları ve sinemanın arkasında bir odaya götürür…*-burada hazırlanabilir ve prova yapabilirsiniz… gösteri saat 8 de… Bir şey isterseniz seslenin yeter..haa bu arada biletler bitmek üzere …* diye konuşur ve gider….Bir müddet birbirlerine bakar gençler…Derken gençlerden biri gülümseyerek konuşmaya başlar*-arkadaşlar aklıma çok ilginç bir şey geldi …*der…Diğer ikisi *-nedir? Nedir? Diye heyecanla sorarlar…*-gelin çalgılarımızı birbirimize verelim… Hatta akortlarını da gevşetelim bozalım.. Ve notaları da diğer çalgıların notaları ile değişelim ve bu enstrümanlara göre yapabildiğimiz kadar çalalım.*sevinçle ellerini çırpar diğer ikisi*-ayyy ne ilginç ne harika bir fikir!* der çalgıcı gençlerden biri*-eveeeeeet! böyle bir şey daha önce eminim ki dünyada hiç denenmemiştir.bu bir dünya prömiyeri ..*diye devam eder….*-arkadaşlar! Bu gece tarihi bir gece olacak… Böylesi bir tarihi geceyi yaşayacak olan ilçe ne şanslı !* diye konuşur teklifi yapan çalgıcı…Ve çalgıları birbirlerine verirler ve akortlarını bozarlar…Salon hınca hınç dolunca kapılar kapatılmıştır. Dışarıda salona giremeyen yüzlerce insan vardır… Bu gösteriyi izlemeye gelip de yer bulamayanlar bir yandan *- amanın rica edelim; bir gösteri daha yaptıralım… Biz de seyredelim. Güzel ise feyz alalım… Değil ise de kendi müziğimize, kendi kültürümüze daha bir dört elle sarılalım …* diye konuşup, bir yandan da ihtimal içeriden duyulabilecek seslere kulak kabartırlar.Konser başlamıştır…gıııy gııııy plink… vaart vaaaart donk… zııırt zıııırt çlonk.. gııııy zoooort klunk. Seslerinden başka ses dışarıdan duyulmamaktadır..Gösteri tam BİRBUÇUK SAAT sürmüştür. Konserin sonunda bir iki cılız alkış duyulur.Dışarıda biriken kalabalık gösterinin nasıl geçtiğini merak etmekte ve içeridekilerin dışarıya çıkmalarını bekleyip durmaktadır.Derken kapılar açılır… Herkes çıkışa hücum etmiştir… Dışarı çıkanlardan kimi sarsıla sarsıla ağlamakta kimi de kahkaha ile gülmektedir. Kimi avaz avaz anlaşılmayan sözler sarf ede sarf ede hızla dışarı kendini atmakta kimi yere yığılmaktadır… Yüreği sıkışanlar midesi burulanlar tansiyonu çıkıp burnundan kan boşananlar… hıçkıra hıçkıra ağlayanlar… Sinemanın kapısı adeta yangın yerine dönmüştür… Dışarıdakiler içeriden çıkanlardan önce kime yardım edeceklerini şaşırır hale gelmiştir.Derken dışarıdakilerden biri, yere çömelmiş ve körük gibi nefes alıp veren birine yaklaşıp*- içeride ne oldu kardeşim? *Diye sorarYere çömelen adam bir yandan hıçkırarak ağlamaya ve bağırarak konuşmaya başlar*-kardaaaaş ! Der - bu memleket kuruldu kurulalı böyle bir zulüm görmemiştir!Diye konuşur ve bayılır…KARA HABER KIRLANGIÇ KANADINDA…Bu sözler bir anda çevre köylere kasabalara şehirlere memleketlere ulaşır…Güzel memleketimin iyi insanları çok zulüm görmüşlüğü vardır… zulümü de zulmedeni de hiç sevmezGüzel memleketimin kara günde dayanışması ile ünlü ahalisi bu kara haberi duyar duymaz harekete geçmiştir.*-davranın yiğitlerim…*-durmayın evlatlarım…*-kuşanın uşaklarım…*- durmayın oğullarım…*-haydin balalarım…*- at binin Koçyiğitlerim…Efeleeeer, seğmenleeer,uşaklaaaar, koçyiğitleeer,oğullaaar,evlatlaaar,*- bre koman! diye at bin olurlar ve Allah Allah sesleri nidaları ile su olup bu memlekete akarlar…Gelgelelim gösteriyi yapan gençler fazlaya kaçtıklarının farkındadır. Hava gittikçe bozmaktadır. Apar topar eşyalarını toplarlar ve yayan vaziyette hızla uzaklaşırlar… Ol rivayet o kadar hızla uzaklaşırlar ki onları kovalayan değme at binenler bile onlara yetişemez… Kaçan gençler de ulaştıkları büyük şehirde (diğer bir rivayet çok büyük bir ilçede) kalabalığa karışıp kovalayanların elinden kurtulurlar…Ve sonrasında bu büyük şehirde veya çok büyük ilçede arada bir milleti zıvanadan çıkaracak şeyler yapsalar da büyük şehrin kalabalığında eriyip gider yaptıkları… Kendilerini alkışlayacak ve geçimlerini kazanmaya yetecek kadar tuhaf insan bulabildiklerinden bu yerlerden dışarı asla çıkmazlar… Ve o kuyruk acısının verdiği hınçla küçümseyerek *-o memleket kuruldu kurulalı diye başlarlar ama ayrıntıya girmezler…O beldenin insanlarına gelince…O güzel belde insanları da kendilerinin geçmişte yedi düvel düşmanı kovalamış bir milletin mensubu olduklarının bilincindedir elbet; yedi düveli kovalamayı övünmek gibi olmasın diye ayrıntısı ile anlatmaz da bu olayın mı ayrıntısına girer?*- bizim memleket kuruldu kurulalı… Diye başlar…Güler geçer…Ne? Efendim? Hangi belde olduğunu biliyor musunuz?Olabilir! Ama ben yine de söylemem!Söylemem efendim söylemem!

11 Haziran 2010 Cuma

ÇUVAL MESELESİNİN İÇYÜZÜ

ÇUVAL HADİSESİ

Herkesin dilinde bir çuval meselesi, çuval hadisesidir dolaşıp duruyor… Tutturmuşlar bir şeyler… Efendim? Ne imiş? Çuvalmış, çuvallamaymış, hasmane imiş, düşmancaymış! mış mış mış. Oysa Dost ve de müttefik olan bu ülke; aynı zamanda da stratejik ortağımız; ve dahi NATO nam; geniş açılımı ile kuzey Atlantik paktı da denilen savunma örgütünün ana kurucu üyelerinden olan bu ülke aynı zamanda dünya barışının tesisinde de en önemli güç faktörüdür. Bu ülke ki, gerek askeri yönden; gerekse ekonomik yönden ve dahi sanayi ve teknolojik yönden en kuvvetlisidir; En büyük ekonomik üreticidir; Aynı zamanda da dünyadaki ülkeler arasında kişi başına en büyük tüketicilerinden olması hasebi ile üretim dinamiğini harekete geçirmesi katkısı ile de bu yönden bile üreticidir. Gerek gelişmemiş gerek ise gelişmekte olan ülkelere yaptığı ekonomik ve askeri yardımlar çok ama çok yüksek miktarlardadır. Bunun ile birlikte dünya kültürüne gerek katkı sunmak, gerekse iyiye güzele doğru yön vermek adına devasa boyutlarda sinema sektörü; diğer yandan son derece popüler müzik sektörü, ayrıca oldukça yaygın olan yazılı ve görsel medya elemanları vardır. Bunlar da çeşit çeşittir: Edebi değeri pek olmasa da insanı eğlendiren, oyalayan kah korku kah mizah gibi hobi taleplerini karşılamaya yönelik yazılı, resimli veya çizgi romanları içeren kitaplar, aylık ve haftalık dergiler, günlük gazeteler, dünyanın her yerine kablolu düzenek veya uydu sistemleri veya yerel ortaklar vasıtası gibi çeşitli yöntemlerle yayın yapan televizyon kanallarıdır. Bunların bir kısmı eğlendirmeye yönelik olmasına karşılık gündemi takip eden tüketicilere yönelik tamamen tarafsız haber kanalları, insanları iyiye, erdeme yönlendirmeye yönelik televizyon dizileri ve programlarının oluşmasına emek ve sermaye katmışlardır.
Bunun yanında çağın en önemli buluşuna da insanlık adına imza atarak önce bilgisayar sonra da internet ortamı diye bir saha bir alan üretmişlerdir ki her isteyen istediği bilgiye rahatlıkla ve de kolayca ulaşması ve kendi bilgi birikimini geliştirmesi içindir. Ayrıca bireyin insanlığa söyleyeceği her hangi bir söylem ve düşünce varsa tamamen özgür bir ortamda tüm dünyaya yani talep edene sunma imkanı vermektedir. Tüm bu zeminler insanlara hem hoş vakit geçirtir hem de daha iyi şartlarda ve daha mutlu yaşamanın yollarını gösterir ve öğretir…
Ünlü bir deyim vardır hani*- Meslek içi eğitim kavramı.* diye…
Hah! İşte tam öyle… Seyrederek izleyerek öğrenme gibi bir şey…
Böylesi bir tarz bizim atalarımızın söylediği *- Seyretmekle olsaydı kediler kasap olurdu.* atasözünün günümüzde ne kadar geçersiz ve çağdışı kaldığının açık göstergesidir.
Dost ve müttefik ülke bu tür bilgi ve kültürün paylaşılmasında son derece yüksek bir karakter sergilemekte ve bencil bir yaklaşımla bu tür olguları tek hazırlayıcı ve sunucu merkez olma cihetine gitmemektedir. Tam tersine dünyanın tüm ülkelerindeki en zeki en akıllı gençleri kendi uhdesindeki üniversite, enstitü ve benzeri platformlarda eğitmekte, olgunlaştırmaktadır. Akabinde yetişen o gençlerin gerek dünya kültür ve siyasetine gerek ise ait oldukları kendi yöresel kültür ve siyasetine daha iyi hizmet vermesi için olanak sağlamaktadır.
Dünya barışının hamisi konumundaki müttefikimiz dünya barışı ve demokrasisinin gelişmesi ve ülkeler arası ikili ilişkilerin olumlu yönde gelişmesi konusunda elinden gelen tüm gayreti ile katkıda bulunmaya çaba sarf etmekte; ülkeler arası herhangi bir anlaşmazlık veya pürüz çıkması durumunda taraflara önermeler ve öğütler(advice) vererek sorunun aşılmasına katkıda bulunmakta, hatta bununla da yetinmeyip bazı demokrasiden nasibini fazla alamamış ülkelerin ülke içi kimi uygulamalarının çağın gerçekleri ile örtüşmemesi halinde denge unsurunu(balance) oluşturma adına gerekli önerme, öğüt, ikaz, uyarı, hatta bu tarz önlemler yeterli gelmemesi halinde her türlü ticari kaybı fedakarca göze alarak çeşitli yoksunlaştırma (ambargo) girişimlerinde de bulunmaktadır. Buna rağmen hizaya gelmemekte direnen, çağdaşlığı yadsıyan, olumsuz zihniyetli, çağdışı ve diktatoryal totaliter zihniyetlere karşı dünya barışı, insanlığın ve demokrasinin gelişimi adına en son çare olarak gerektiğinde her şeyi göze alarak cansiperane bir şekilde ve adeta yüksek bir dağ gibi zalimlerin karşısına dikildiği tüm efkar -ı umuminin malumudur.
İşte stratejik ortağı olmamız hasebi ile öğündüğümüz ülke böylesi azametli, adaletli, delaletli ve dahi heybetli büyük bir ülkedir.
Zaten şu dünya üzerinde kaç tane büyük ülke vardır ki? Saymaya kalksanız iki elin parmaklarını geçmez…

Gerçi bazı ‘nifakçı’ , ‘arabozucu’ ve de ‘arızalı’ zihniyete sahip kimi… Ben onlara insan demekte zorlanıyorum ama neyse... Kişiler diyelim, tutturmuşlar bir söylem. Ne imiş efendim?
Günümüz dünyasında ‘büyük ülke’ diye bir kavram kalmamışmış da… Çadır devletleri, okyanuslardaki kimi küçük ada devletleri ve dahi muz cumhuriyetleri dahil üçüncü dünya ülkeleri bile böylesi bir olguyu kabul etmediğini, eğer kendi siyasetlerini veya onurlarını sendeletecek bir söylemi bu ‘büyük ülke’ kategorisindeki ülkelerden birinin herhangi bir unsuru bile sarf etmeye, ima etmeye kalkmaya görsün; derhal o ‘büyük Ülke’nin büyükelçilerini kendi yetkili makamlarına çağırır, açıklama ister, daha olmadı eğer bu ‘büyük ülke’ temsilcisinin tüm ilişkileri sıcak tutma çabaları çerçevesinde kelimeleri eğip bükme ve hatta ‘kıvırma’ çabaları yetersiz görülürse alnının ortasına ‘şiirsel’ bir nota yapıştırılırmış. Eğer hala kendilerine göre hatada ısrar varsa birleşmiş milletler denilen kuruluşa başvururlarmış da o ‘büyük ülke’ hariciye vekili veya vekilesi; ülkesinin haklılığını her bir tarafa iyicene gösterebilmek ve duyurabilmek için masanın üzerine çıkmak zorunda kaldığı da olurmuş… bla bla bla!
Bunlar dış dünyayı tanımayan, çağa ayak uydurmakta zorlanan, saplandığı ideolojilerden kendini sıyırmaktan aciz, bazı hastalıklı zihniyetlerin masum saf ve iyi niyetli kimi vatandaşlarımızı kandırmaya yönelik art niyetli, hain, inandırıcılıktan uzak çabalardan başka bir şey değildir ve asla hedefine ulaşamayacaktır.

Peki, ne olmuştu? orada neler yaşanmıştı? Bugüne kadar bu konuda taraflardan tatminkar bir açıklama neden gelmemişti? Ve en önemlisi olayın iç yüzü neydi?
Evet! Bu tarihe mal olmuş olayın içeriğini; ya da bu konuya ait bildiklerimi insanlara aktarmam gerektiğinin ağır yükü gün geçtikçe omuzlarımı adeta çökertmekte artık, dolayısı ile açıklama yapmak, bildiklerimi ve öğrendiklerimi aktarmak sorumluluğumun bilincindeyim.
Bu durumda olan her entelcan, her aydındın aynı şekilde davranır zaten…
Efendim isterseniz olayın olduğu günlere dönelim…

Hatırlayacaksınız yazın en sıcak günleriydi o günler… Haziran sonlarıydı ve dost müttefik ülkenin ülkemizin güneyindeki bir ülkeye; büyük masraflar ve büyük fedakarlıklar yaparak ve de insanlık adına (for the humanity) demokrasi ve özgürlük götürme girişiminde bulunmuştu. Bu büyük insanlık girişimi gerek dünyanın medeniyetten pek pay alamamış bir kısmından; gerek ise müdahale ettiği o ülkedeki bazı bağnaz ve uyumsuz çevreler dolayısı ile bu son derece iyi niyetli girişim başarıya henüz tam manasıyla ulaşamamıştı. Daha doğrusu sonuca ulaşma takvimi beklenen sürenin daha ardına sarkmış gibi görünmekteydi… Bir şeyler yapmalıydı…
Bölgedeki birliklerin moral takviyesine ihtiyaçları vardı… Moraller tazelenmeliydi… Cesaret ve güven duygusunun pekiştirilmesi gerekiyordu.
Dünya barışının en büyük hamisi ülkenin konuyla ilgili ileri gelenlerinin oluşturduğu bazı stratejik,taktik, tiktak (timing) birimleri hemen bir proje geliştirdiler..
Takvim de son derece uygundu… Yani müttefikimizin özgürlük günü yaklaşmıştı… O günün hangi gün olduğunu söylemem… Ama sizleri de bu konuda düşünmeye davet ederim… Evet! O günün hangi gün olduğunu bilirseniz bir akşam çaylar, kahveler, tüm soğuk içecekler, kekler ve dahi bisküviler benden… Yani kısacası arkadaşım
*-Bendensin!
Neyse…
O özel gün için yapılacak kutlamalar için tam bir düzine playgirl getirtilmesine karar verildi. Bu arada açıklamakta fayda görüyorum ve altını ısrarla çiziyorum ki playgirl! Yani ponpon kız değil! Ponpon kızlar biliyorsunuz çeşitli spor karşılaşmalarında ve bazı etkinliklerde bizleri genç, yaşlı, çoluk çocuk ayırt etmeden oyalayan, eğlendiren bizim olan yani bizimle kaynaşmış bir unsur…
Oysa playgirls? Diğer adları ile tavşankızlar? Onlar biraz farklı! Onlar tamamen profesyonel! Dans etmenin de ötesinde oldukça iddialı bir gösteri yapma anlayışları var ki; bu tarz gösterileri izleyebilmek için epey bir bilgi birikimi ve olgunluğa ermiş olmak gerekir ancak yine de seyretmek herkesin harcı değildir… Deyip konumuza dönelim…
Bir düzine birbirinden güzel kız özel bir uçak ile güneyimizdeki ülkeye getirtildi… Gelen kızlar titiz bir çalışma yapılarak itina ile seçilmişti… İçlerinde sarışın afetler esmer bombalar ve de kızıl dilberlerin en güzel örnekleri vardı ve hepsi enfes vücut ölçülerine sahiptiler... Hemen askeri üssün bulunduğu bölgede sosyal ihtiyaçlar için yapılmış olan yarı kapalı bir spor –gösteri salonu rengarenk balonlarla konfetilerle süslendi… Bu gösteri merkezi oldukça büyüktü yaklaşık yedi bin kişi alabilmekteydi…
Ses ve ışık düzenleri de kurulması için görevliler sabaha kadar çalıştılar…
Ve iki akşam üst üste ikişer seans yapıldı tavşan kızların gösterisi… Salon her seferinde hınca hınç doldu… bu gösteriye, izlemeyi hak edecek kadar üstün başarı göstermiş olanlar kabul edilmişti yalnızca. İçki limitsizdi ve izleyiciler bir yandan gösteriyi izlediler bir yandan da kendilerinden geçene kadar içki içtiler…
Kutlamalar o kadar coşkulu, öylesine güzeldi ki hani kendi ülkesini biraz az sevse insan; içinden *-neden ben de bu ülkenin vatandaşı değilim? Keşke ben de bu ülke vatandaşı olsaydım. Keşke ben de bu ülkede doğmuş olsaydım. Bu ülkeye hizmet için elimden geleni yapsaydım. Hep onların lisanıyla konuşsaydım, onların lisanı ile şarkılar söyleseydim... Diye hayıflanası gelebilirdi… Zaten bu müttefikimizin abartılı ve ışıltılı kutlamaları daima bazılarının, özellikle ait olduğu ülkeye derin bağlılık duymayan kimilerinin başını döndürecek derecede etkileyici olurdu…


Ertesi gün sabahın erken saatlerinde tavşan kızların menajeri ordugah komutanının karşısında oturuyordu… Yazıhanenin havası hiçte neşeli bir havaya benzemiyordu… Sadece klimanın sesi duyuluyordu… Sessizliği komutan bozdu…
*- Adam adam paranızı ödedik! Daha ne istiyorsunuz?(we paid your bill man! What’s more?)önce hafif bir öksürdü Menajer, boğazını temizledikten sonra
*-Sorun para değil! Dedi ve devam etti.
*-Biz buraya gelmeden önce orada da yetkililere durumu açıklamıştık! Ve kızlar bu konuda son derece kararlı! Hiç toleransları yok! Eğer talepleri karşılanmazsa döndüklerinde sizi ilgili yerlere ve sendikaya şikayet edecekler… Ondan sonra tavşan kızları rüyanızda görürsünüz… Hiç kimse gelmez buralara bir daha.* dedi…
*-Olacak iş değil! Akıl alacak gibi değil! Komutan iki eliyle saç diplerine masaj yapmaya başladı… Çok gerilmişti…
*- Benden ne istediğinizin farkında mısınız siz? Ve de kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? * Diye kükredi komutan… Çok kızdığı sesinden belli oluyordu…
Masanın önündeki deri koltuğa yayılarak oturan Menajer komutanın bu çıkışını umursamadı bile…
*- Eğlenmek onların da hakkı adam! Diye konuştu…
*- Tamam! Dedi komutan! Burada yüz elli bin tane var! Beğensinler beğendiklerini…
*- Memlekette de milyonlarca var adam! Bu kızlar eğlenmek istiyor! Ve bu eğlenceyi bu yörelerin en güçlü erkekleri ile yapmak istiyorlar... Bu onların özgürce seçimi ve dahi demokratik hakları adam!(man)
*- Hastir len(shit) Dedi önce komutan... Ardından da *-neyse ..pekala (well! O.k. then..) bakalım neler yapabileceğiz bu konuda… Bekle ve gör! (wait and see)
*- Asistaaaan!
Odaya bir yardımcı girer. Başında kep olmamasına rağmen sanki başında kep varmış gibi sağ elini başına götürerek selamlar…
*- Buyurun efendim! …
*- Hemen şu bizim sosyal danışman dediğimiz işbirlikçilerden birkaç tane kap gel çabuk! Bize de iki kahve daha getirsinler! Hadi çabuk!
Komutan ile menajer kahvelerini bitirmek üzere iken odaya asistan ile birlikte altı kişi doluşmuştur bile… Gelenler orta yaşlı, üç tanesi yerel kıyafetlere bürünmüş; hepsi de kilolu ve iri yarı kimisi ise hafif sakallı erkekler idi .. Komutanın karşısında ayakta dizildiler…
Komutan asistana dönerek
*- Sor bakalım bu bölgede en güçlü erkekler nereden çıkarmış?
Bu soruya oldukça şaşalamasına rağmen; hemen gelen adamlara tercüme eder asistan. Adamlar şaşırmıştır… Bir süre kendi aralarında konuşurlar bir sonuca varamazlar... Asistan durumu şöyle özetler.
*- Komutan! Bu şehirdeki en güçlüleri mi soruyorsunuz?
*- Hayır adam! Tüm bu bölge! Tüm orta doğu demek istedim!
*- Asistan tercüme ettikten sonra adamlar kendi aralarında fısıltıyla konuşurlar bir müddet! Ve asistana bir şeyler söylerler.
Asistan
*- Komutan! Bu bölgenin en güçlü erkekleri Mehmetçik olarak adlandırılan Türk askeri imiş. Ancak niye sorduğumuzu da soruyorlar…
Bir an duralar komutan, sonra da
*- Bizim tavşan kızlar kadeh tokuşturacak erkek istiyorlar bölgeden! Ancak en güçlü erkeklerle tokuşturmak istiyorlarmış kadehlerini… Onun için soruyoruz herhalde…
Asistan, Komutanın bu sözlerini tercüme ettikten sonra gelen sosyal danışman statüsündeki adamlar çılgın gibi gülmeye, kahkahalar atmaya yüksek sesle konuşmaya başladılar…
Bu duruma sinirlenen komutan
*-ne oluyor adam?(what’s happening man?) diye asistana söylenir…
Asistan bir yandan gülmesini engellemeye çalışarak…
*-pek tavsiye etmiyorlar komutan! Der…
*-niye imiş o? Diye karşılık verir komutan…
*- Diyorlar ki Mehmetçik kontrol edilemeyen ve bilinmeyen bir güce sahiptir… Ayrıca ihtimal içlerinde daha önce hiç kadeh tokuşturmamış veya kadeh tokuşturmayı bilip çoktandır kadeh tokuşturmaya hasret olanlar vardır. Sizin tavşan kızlar kadeh tokuşturmak istiyorlar ama Mehmetçikler ayarı kaçırırsa sizinkilerin kadehlerini dee şişelerini dee camını daa mamını daa darmadağın paramparça edebilirler kan revan içinde kalmak da varmış… Hatta bir daha kadeh tokuşturmaya tövbe bile edebilirlermiş… Kadehin adını bile duymak istemeyebilirlermiş… Onlar böyle diyorlar komutan…
*- Pöh! Amma da abartıyorlar ! Gözleri korkmuş bunun! Diye konuştu komutan! Diğer taraftan da sırtının hafifçe ürperdiğini hissetti. Asistan ile gelen adamlar komutanın bu sözlerini anlamışçasına ve dalga geçercesine ellerini kollarını oynatarak komutan ile dalga geçmeye başladılar…
*-Mehmetçik buralarda efsanelerin en büyüğüdür! Diyorlar komutan!
*-Neyse kesin artık! Peki! Ne yapacağız! Sor bakalım onlara! Bir akıl versinler…
Sosyal danışmanlar kendi aralarında gürültülü bir şekilde konuştuktan sonra asistana bir şeyler söylerler… Asistan da komutan a dönerek
*- Komutan bu adamlar Türk subaylarından yardım isteyin diyorlar… onlar daha bir eğitimli ve de usul adap bilme ihtimali fazladır; oturmasını kalkmasını kadeh tokuşturmasını… Subaylarla temasa geçmeyi deneyin…
Şeyy! eğer Türk subayları da kabul etmez ise kendileri seve seve yardımcı oluruz diyorlar komutan... Diye tamamlar sözlerini asistan…
*- Hastirin lan!(fucking!) der komutan… sonra devam eder… at bu gübreleri dışarı… Adamlara da dönerek *-yallah fellah! yallah fellah! Diyerek bir yandan da elleri ile kış kış işareti yaparak adamları kapıya doğru sürmeye başlar komutan… Gelen sosyal danışman adı ile anılan işbirlikçi adamlar da bir yandan yüksek sesle konuşarak bir yandan da kahkahalar atarak elleri ile bir vida sıkarcasına ya da ampül takarcasına adeta deli deli tepeli işaretleri yaparak kapıdan çıkarlar…

Hafif terlediğini hisseder komutan, klimanın derecesini arttırır… Aslında ofis soğuktur gerçi… *- Asistan! Diye bağırır…
*- Evet efendim! Diye hemen içeri dalar asistan!
*- En yakın Türk birliği nerede? Diye sorar komutan?
Gözleri büyür asistanın!
*- İki yüz mil kuzeyde komutan!
*- Derhal üç tane helikopter hazırlansın.. Adı geçen bölgedeki yerel destek unsurları ile temasa geçin ve özel bir konu için oraya gelmekte olduğumuzu haber verin… Karşılasınlar…
Hemen gidiyoruz (let’s gooo)
Helikopterler toprak alanın üzerine epey toz çıkartarak sırayla inerler… Komutan çevik bir hareketle helikopterden aşağı atlayıp orada bekleşen yerel kıyafetler giymiş kalabalığa doğru hızlı adımlarla yönelir… Ardından yaklaşık iki düzine tam teçhizatlı asker de helikopterlerden aşağı iner…
Komutan kalabalığın karşısına gelince duraklar ve ellerini beline koyup bağırır!
*- Evet?
Kalabalığın içinden kumralca ve hafifçe sakalları uzamış ve yerel kıyafetler giymiş biri son derece düzgün bir aksanla (ki bu adam mutlaka komutanın vatandaşı olmalıdır)
*- Efendim bize gelen talimatlar doğrultusunda tüm hazırlıklar tamamlandı… Emirlerinizi bekliyoruz…
*- En yakın Türk birliği nerede ve ne kadar mesafe var?
*- ……….. da büyükçe bir karakol var efendim yaklaşık on iki mil mesafede…
*- Geleceğimizi haber verdiniz mi peki? Diye sordu komutan…
*- Hayır efendim! Bu yönde bir talimat olmadığından…
*- Gidelim! Diye haykırır komutan…
Tam teçhizatlı askerler ve yerel kuvvetlerden oluşan yaklaşık altmış kişi kadardılar…
Askerler; daha önce gelmiş olan dört zırhlı personel taşıyıcı araca, yerel unsurlar da üzeri açık ve oturma yerleri olan personel taşıyıcı beş kamyona doluşarak yola koyulurlar…
Uzaktan bir toz bulutunun kendilerine doğru geldiğini gören karakoldaki görevliler hareketlendiler. Bir yandan herkes tüfeklerini ellerine alırken biri de koşup karakol komutanının odasına gidip kapıyı çalar…
*-Komutanım karakola doğru bir araç konvoyu geliyor çoğu silahlı… Uyarı ateşi açalım mı?
*- Nooluyor yav! Dur bir bakalım! Meseleyi anlayalım… Belki düğün alayı filandır sakin olmak lazım! Sakin ve dikkatli… Diye karşılık verir komutan.
Komutan yerinden kalkar kapıya doğru yürür ve karakol binasının önüne çıkar…
Konvoyun en önündeki araç karakolun tam önünde durur… Ve içindeki komutan çevik bir hareketle aşağı atlar… Yüzünde bir gülümseme vardır… Karakolun önündeki subaylara bir göz atar belli etmeden… Ve içinden
*- Vay anasını! Anlatılanlar pek de boşuna değilmiş… Hepsi semiz, zinde ve sağlıklı! Diye düşünür… Sonra kendi ülkesindeki babasının çiftliği ve o çiftlikteki boğalar gelir aklına ve kahkahayı basar… Binlerce mil uzakta da olsa da, orduya da girmiş olsam da şu bulunduğum hale bak! İşte bu *destiny* (kader)olmalı diye düşünmeye devam eder… Hızla karakolun merdivenlerini çıkar ve komutanın yanına geldiğinde elini uzatır…
*- Ben albay whatsirname! Dilimizi biliyor musunuz? Yoksa? Soran gözlerle karakol komutanına bakar…
Karakol komutanı başını sallar…
*- Evet evet hoş geldiniz! diyerek tokalaşır gelen komutanla…
*- Buyurun şöyle gölgeliğe geçelim. Diyerek kamelyayı gösterir karakol komutanı… Yürüyerek giderler
*- Ne içersiniz? Diye sorar karakol komutanı?
*- Kahve ve çörek lütfen!
*- Peki! Geriye doğru dönerek *- Oradan bir çay bir kahve! biraz da kurabiye falan! İki şişe de soğuk su! Gelenlere de bakın bir şeyler ikram edin… Zaten yerel görevliler ellerinde tepsi ayran gezdirmeye başlamıştır bile…
Bu durum gelen komutanın da gözünden kaçmamıştır… Parmağı ile işaret ederek
*- Ah şu sizin meşhur konukseverliğiniz... Ha ha…
*- Abartmayın canım… Zaten bölge şartları çok kısıtlı… Mahcup olmuş gibidir karakol komutanı…
*- Evet! Konuya giriyorum! Hemen! Şimdi! Diye bağırarak söze başlar komutan!
*- Dost müttefik ve de stratejik ortağımız olan sizlere ufak bir işimiz düştü… Gerek bölge barışına; gerek ise ikili ilişkilere katkısının yadsınamaz olacağı aşikar bu yardımı umarım bizden esirgemezsiniz…
Oldukça uzun, karmaşık ve diplomatik cümle karakol komutanının kafasını karıştırmıştı?
Dikkatle gelen komutanı süzmeye başladı…
*- Hayırdır? Ne hakkında? Diye sordu karakol komutanı…
*- Yaa önemli bir şey değil sadece bir etkinliğimiz var! Sizi de davet etmek istemiştik sadece…
Bir an duraladı karakol komutanı sonra ağır ağır konuşmaya başladı…
*- Önce tekrar hoş gelmişsiniz diyorum… Sizleri burada görmek ne güzel? Sizler ki bizim en önemli müttefikimiz ve kadim dostumuz olan bir ülkenin temsilcisisiniz…
Sizleri burada ağırlamak bana kıvanç veriyor… Ancak şu etkinlik işini anlamakta biraz zorlanıyorum. Biliyorsunuz her ne kadar sizin ülkenizle müttefik isek de sizin bu bölgedeki girişimlerinize katılım sağlamamıza olanak verecek izni ülkem meclisi vermedi. Dolayısı ile sizin bu davetinizi reddetmek durumundayım. Gereklilik konusunda ısrarınız var ise bu durumu üstlerime bildirmek ve daha sonra onların talimatları doğrultusunda size yanıt vereceğimi hatırlatmak durumundayım.
*- Yapma be abi! Dedi gelen komutan( come on man!) İkimiz de askeriz nihayetinde… Dostuz… Müttefikiz… Biliyorsunuz bu günler bizim ülkemizin özgürlük günü olması dolayısı ile ilgili bazı kutlama faaliyetleri düzenlemekteyiz. Bu kapsamda memleketten bir takım geldi bazı gösteriler yaptı… Şimdi yöreden bir takım ile dostluk maçı yapmak istiyorlar... Seyirci bile olmayacak… Sadece hobi gibi sadece eğlence işte be adam!(just for fun man!)
*- Bir futbol maçı gibi bir şey mi bu? Diye sordu karakol komutanı..
Lafı fazla uzatmamak için gelen komutan
*- Evet abi yaa… Hepsi hepsi bir maç yapıp dönecekler… Kendi ellerimle geri getirmez isem şerefsizim. Hadi abi yaa bizim de kendi yetki alanlarımız var biliyorsun… Mesela bu maçtan benim üstlerimin de haberi yok… Olmasın? Her şeyi de aktarmak durumunda değiliz… Bunlar küçük işler adamım! Diye konuştu komutan…
Karakol komutanının kafası yatar gibi olmuştu… Hem kendisi de futbolu çok seviyordu… Ayrıca buradaki genç subaylar bölgedeki sessizlikten ve de tekdüzelikten epey sıkılmaya başlamışlardı… Ekip değişimine de epey zaman vardı…
*-İyi! Tamam! Gelsinler… Hatta ben de geleyim… Bende severim futbol oynamayı
Az kalsın gelen komutanın yüreğine iniyordu…
Ama karakol komutanı devam etti…
*- Yok yok! Ben burada kalayım… Neme lazım… Bir şey falan olur… Ama yarın akşam olmadan burada olsunlar…
Sonra ayağa kalktı ve bağırdı…
*- Safta toplan! Marş marş!
Cümlesi bittiğinde kırk kişinin üzerindeki personel, komutanın karşısında sıraya dizilmiş hazırola geçmişti bile…
Gelen komutan bu bir anda sıraya giriş olayı karşısında gözlerine inanamadı... Kendi askerlerinin de aynı randımanı vereceğine hiç itimadı yoktu doğrusu…
*- Arkadaşlar futboldan anlayan ve maç etmek isteyen ellerini kaldırsın! Diye bağırdı karakol komutanı…
Bütün birlik ellerini kaldırdı…
*- Seçim zor olacak… Buyurun komutan beraber seçelim… Sıra açıl marş marş…
İki komutan birlikte yürüyor her karakol görevlisi önünde durup inceliyorlardı… Gelen komutanın aklına memleketteki çiftliği geldi yine gülmeye başladı… Çiftleşme mevsimi geldiğinde damızlık boğaları da böyle inceliyorlardı… Yüksek sesle gülmeye başladı…
Karakol komutanının sorgu dolu bakışları karşısında toparlanıp…
*- Yaa hepsi yapılı iyi fizikli çocuklar da acaba iyi vururlar mı?( do they kick well?)
*- Topa mıı? Vurmazlar mı? Onlar vurduklarında sesi dağın ardına gider. Süperdir hepsi süper! Dedi karakol komutanı… Ve devam etti…
*- Zaten geldik geleli çocuklar maça hasret kaldılar adeta…
Komutanın aklına sosyal danışmanların sözleri geldi bir an… Ve içinden eyvaaah! İnşallah bir kaza çıkmaz diye geçirdi…
Sonunda onbir kişi seçilmişti… Her biri kapı kanadı gibi genç subaylardan oluşuyordu..
Karakol komutanı
*- Çocukların formaları ve kramponları yok… Ya bir şeyler ayarlarsınız ya da böyle idare edecekler artık… Dedi… Çocuklar karakolun minibüsünü alıp sizinle gelsinler…
*- Problem yok kumandan! Dedi gelen komutan… Bizim orda her şey var… Hatta formaya bile ihtiyaçları yok… Bunları söylerken içinden gülüyordu... Devam etti… Bizim araçlarımız çok… Araca gerek yok…
Karakol komutanı
*- Maç nerede? Biliyorsunuz bölgedeki tüm unsurlar size dost değil… Geçişlerde bir sıkıntı yaşanabilir... Bizim araba daha güvenli... Bölgede biliniyor... Diye devam etti.
*- Yapma komutan! Biz her türlü önlemi aldık rahat ol!
*- Pekala! Kontrol sizde aman yarın akşam olmadan dönsünler bana sıkıntı yaşatmayın…
Genç subaylar neşe içinde kamyonlardan birine doluştular… İçleri içlerine sığmıyordu… Kamyona bu sefer müttefik ülkeden beş subay da onlarla binmişti.
Genç subayların bir kısmı çat pat bir kısmı oldukça iyi seviyede müttefik ülke lisanını biliyordu zaten. Kaynaşmak zor olmadı…
Bir müddet gittikten sonra müttefik subaylardan biri bir çanta içinden birkaç bezden kese gibi bir şey çıkarmıştı… Bunları orada bulunan herkesin kafalarına takmalarını istedi.
En kıdemli subay
*-Neden böyle bir şey yapalım ki? Diye sordu…
Daha kıdemsiz subaylardan biri
*-Sikerim torbalarını daa maçlarını daaa! Aga bana ters bu mevzular kıl kaptım. Ben dönücem diye bağırdı…
*- Bir dakika anlıyalım bakalım ne iştir dedi en kıdemli subay...
*- Bunları takmamızın gerekçelerini açıklayayım o zaman! Dedi müttefik ülkenin subayı…
*- Birincisi bize dost olmayan unsurların egemen olduğu topraklardan da geçmek zorundayız… Eğer bunları takmaz isek bize ateş açılabilir… Zırhlı araçlara ve içindekilere bir şey olmaz ama biz açıktayız… Bu keseleri biz de takacağız başımıza, sadece yerel kıyafetleri olan iki arkadaşımız takmayacak... Böylece bizi esir zanneden dost olmayan unsurlar bize ateş açmayacak! bu birincisi…
Aklına yatmıştı bu gerekçe kıdemli subayın… Mantıklıydı.. Ayrıca üstlerindeki üniformada aidiyeti belirten her hangi bir işaret simge de yoktu... Hava da kararmaya başlamıştı zaten... Dinlemeye devam etti.
*- İkinci gerekçe ise… Bir an duraladı… Ve devam etti...
*- Hem size bir hediyemiz var! Hem de siz hediyesiniz… Hem size sürprizimiz var hem siz sürprizsiniz…
Kısacası bizim memleketin şakaları da sürprizleri de tuhaftır…
Hadi beyler keseleri kafaya geçirelim... İnanın çok uzun sürmeyecek... Dedi.
Hepsi de itiraz etmeden keseleri kendi elleri ile kendi başlarına takıp bir müddet gittiler… Gerçekten de yaklaşık yirmi dakika sonra yerel kıyafetli müttefik askeri dost olmayan unsurların bulunduğu bölgenin dışına çıktıklarını söyledi. Herkes başındaki keseleri çıkardı… Kısa bir süre daha gittiklerinde helikopterlerin olduğu yere geldiler…
*- Bu ne laaan ! Dedi subaylardan biri…
*- Aga nereye gidiyoruz hooop ? dedi diğeri?
*- Sakata gelmeyelim moruk dedi bir başkası…
En kıdemlisi ise
*- Beyler ! Bir yola çıktı isek dönmek bize yakışmaz…
Helikopterlere doluştular… Ve helikopterler havalandı… Yaklaşık bir buçuk saat süren uçuş esnasında kimse konuşmadı
Helikopterler inişe geçmişti… Yer ile temas sağlanır sağlanmaz tüm subaylar hızla helikopterlerden indiler… Etraflarına baktıklarında burası oldukça büyük bir üs olduğu anlaşılıyordu… Havaalanı, uçak pisti bile vardı… Pek çoğu prefabrik oldukça büyük binalar, çeşitli zırhlı araçlar, uçaksavarlar tanklar, kamyonlar… Adeta bir şehir gibi canlı ve devinim içinde idi askeri kışla…
*- Bu taraftan! Dedi yerde onları karşılayan subaylardan biri… Ve pencereleri olmayan prefabrik bir binaya doğru yürümeye başladılar… Binanın kapısına geldiklerinde o keselerden dağıtmaya başladı bir başka subay… Beyler sürprizimiz dolayısı için lütfen şunları çok kısa bir süre için giyin… Dedi…
Bir iki itiraz sesi yükseldi ise de en kıdemli subay
*-Tek sıra oool! Dedi... Ardından
*- Çuval giyilecek! Giy! Dedi…
İtirazsız herkes keseleri kafaya geçirmişti..
Sonra demir kapı ağır ağır gıcırdayarak açıldı… İçerisi serine benziyordu…
Gelen subaylar ellerini birbirlerinin omuzlarına koyarak sıraya girdiği gibi binadan içeri girdiler…
Ve kapı büyük bir gürültüyle üstlerine kapandı…
İçeride sessizlik hakimdi… Bir müddet sonra havada hafiften bir çiçek kokusu, bir parfüm kokusu sezilmeye başlandı… Bu koku gittikçe daha çok hissedilir olmaya başlamıştı…
*- Ne iş aga taklaya mı geldik? Cennete mi geldik? Diye söylendi subaylardan birisi
*- Şşşşt Susun! Diye en kıdemli subayın sesi duyuldu…
Derken bazı nefes alma sesleri yakından duyulmaya başladı…
Derken bir kahkaha patlayınca tüm subaylar başlarındaki keseleri çıkardılar… Gördükleri karşısında adeta dilleri tutulmuştu hepsinin… son derece güzel süslenmiş bir salon… bir yanda uzun bir masanın üzerinde pek çok türlü içecekler…
Bir başka masada enfes görünümde yiyecekler... Bir başka masada envai meyveler ve pastalar.. Bir başka masada muhtelif çerezler, cipsler, patlamış mısırlar… Havada asılı süsler dönen ışıklar, fonda çalmaya başlayan bir caz müziği
Ve en önemlisi her subayın karşısında göz kamaştırıcı kıyafet ve makyaja sahip inanılmaz derecede güzel bir yüz, bir çift göz... Bir tavşankız!
Her çift hiç konuşmadan sarmaş dolaş olup dans etmeye başladılar…
Daha sonra neler olduğunu anlatmak?
Her çiftin yaşadıkları ve konuştukları eminim ayrı bir kitap dolduracak nitelikteydi… Uzun uzadıya; burada ballandıra ballandıra anlatmanın bir alemi de yok gereği de…
Bir kaç hoş seda baki kalan gökkubbede ise…
*- Ooo! muhteşem(wow! Great)
*- Harikasın(you are wonderful)
*- Sen de (you too)
*- Vay anasına onyedi( wow!mama that’s seventeen)
*- Ben acıktım hamburger yer misin darling?
*- Yok be güzelim sağol! Ben buradan bir avuç fındık alayım… Aa fıstık da varmış… Biraz da ceviz… Biraz da kuru üzüm… Tamamdır bunlar bana yeter…
Bu ve buna benzer bazı övücü, methedici, memnuniyet bildirici sözler işte…
Parti yaklaşık yirmi saat kesintisiz sürdü… Partiye katılan subaylar kesintisiz bir biçimde gerek dans etmekten, gerek kadeh tokuşturmaktan aşırı yorgun düşmüş bir vaziyette geri dönmek için yola düşerler… dönüşte de aynı güzergah takip edilir... Hatta dönüşte o bezden keseler kafalara takılmaz bile… Ertesi günün sonunda birliklerinin olduğu karakola sağ ve salim olarak ulaşırlar…
Ve gündelik görev yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler…
Ancak bu gidiş ve geliş; nereden olduğu bilinmez; belki onları kıskanan dost ve müttefik birliklerinden bir kişinin çekemediğinden dolayı bu haberi uçurması, belki müttefiklerimize dost olmayan yöresel unsurlar tarafından (müttefiklerimize dost olmayan unsurlar bize de dost olmayacak diye bir yaklaşım dünya dış siyaset yapısında yoktur tabii ki) bizim içimizdeki bazı kesimlere bildirmesi veya bu etkinliğe katılan subaylardan her hangi birinin bu gelişmeleri üstü örtülü bir vaziyette telefonla bir ahbabına anlatırken bilinmeyen unsurlarca dinlenmiş olup dünya aleme duyurulması da olabilir… Ben nasıl olmuştur bilemem…
Pekiii bu olayın içeriğini ben nereden biliyorum diye soracak olursanız!
İşte burası çok önemli bir boyuttur…
İzninizle açıklayayım efendim…
Başlangıçta da bahsetmiştim hani bu tavşan kızlardan… Kaç kişi idi bu kızlar? Ben hatırlatayım. Bir düzine… Bir düzine kaç eder? On iki!
Eee?
Maç yapmaya giden subaylarımızın sayısı kaç?
Bir futbol takımı kadar!
Bir futbol takımı kaç kişi?
Onbir!
Eeeee?
Eee si şu! Eğlentiye gelenlerin on bir kişi olduğu ortaya çıkınca playgirls de denilen tavşan kızlar düşünürler taşınırlar kendi aralarında tartışırlar ve gayet demokratik bir yola baş vururlar!
Kura çekmece…
Ve çekilen kura sonucu bir tavşan kız saf dışı olur... Ancak yine de ona eğlentiyi renkli camlı bir bölmeden izleme iznini verir diğer tavşan kızlar… Gece boyunca oturduğu yerden eğlentileri sessizce ve de kahrolarak seyreder on ikinci tavşan kız…
Eeeeeee? Eeeeeee-eeee?
Eeee eeee sine gelinceeee
Bu tavşan kızlar etkinlikler ve de eğlenti sonrası kendi ülkelerine dönerler. Ancak on ikinci tavşan kız yaşanılanları unutmaz… Aradan bir müddet geçse de unutmak şöyle dursun bazı hisleri ve bazı duyguları ve de bazı dürtüleri depreşir de depreşir… Sonunda dayanamaz… Atlar uçağa, kalkar memleketimize gelir. En güzel şehrimizin en ünlü semtine gelir. Önce iyi bir otele yerleşir, valizini bırakır, bir duş alır, üstüne bir şeyler giyer, otelin kuaföründe hafif bir saç taratma, ufak bir makyaj, sonrasında en ünlü caddelerimizden birinde tur atmaya başlar. Yol üzerindeki birkaç bar ve kafelere girip birkaç şey içer ve oradaki barmenlere kendisine eşlik edebilecek yeterli donanımlı; yetkili ve etkili, şehri iyi bilen, oturmasını, kalkmasını, yemesini, içmesini, kadeh tokuşturmasını iyi bilen bir eşlikçi aradığını sorar. Sorduğu kişilerden biri de; benimle birlikte pek çok ağırlamalara ve etkinliklere katılmış barmen bir arkadaşımdır tesadüfen... Bu arkadaş sağ olsun benden bahsetmiş… Kız da hemen peki demiş. Beni cepten aradılar kalktım gittim… Hanımefendi taleplerini bildirdi…
Eh! Ülkemi, milletimi en iyi şekilde temsil etmek ve tanıtmak uğrunda fedakarca mesai harcamışlığımı bilen çoktur zaten… Hanımefendiyi alıp önce boğaza, deniz kıyısında güzel bir yere götürdüm… Rakıdır balıktır… Bir şeyler yedik… Sonrasında şehrin en güzel tepesinde çamların arasından mehtabı seyretmeye çıkardım… Dönüşte kokoreçtir uykuluktur… Hanımefendi her şeyden bir tadımlık aldılar… sonra bir iki yerde müzik dinledik, dans falan ettik… Sonra kalabalıktan sıkıldığını söyleyince yiyecek içecek bir şeyler aldık, doooğru benim fakirhaneye…
Poşetinde ambalajında ne varsa çıkarıp attık… Sonra bir yandan sohbet ettik bir yandan da kadehleri doldurup tokuşturmaya ve peş peşe doldurup doldurup boşaltmaya başladık..
Sabah gün ağarırken kadeh tokuşturmaya ara verdiğimiz bir anda, yerde sırtımız üçlü koltuğa yaslanmış vaziyette oturuyorduk başını sol omzuma yasladı ve…
*- Sana ne anlatacağım biliyor musun? Dedi…
…Ondan sonra da işte böyle böyle böyle oldu diye her bir şeyi eksiksiz anlattı…
Bir yandan anlatıyor bir yandan ağlıyordu… Ağlamamasını söylediğimde ise bu gözyaşlarının mutluluk gözyaşları olduğunu kendi şans meleğinin böylesi güzel anları yaşamasına yardımcı olduğuna inandığını daha bir sürü övücü şeyler söyledi ancak ben bunlardan bahsetmeyi sanki böbürlenmek gibi bir tavırmış gibi göreceğimden… Neyse ne işte…
Sonrası…
Bir hafta misafirim oldu… Sonrasında oteline götürdüm… Eşyalarını toplamasına yardım ettim… Oradan havaalanına taksi ile gittik… Yaşadığım şehri çok sevdiğini, benimle çok güzel vakit geçirdiğini, ama zorunluluklarından dolayı dönmekte olduğunu ve en kısa zamanda tekrar geleceğini ağlaya ağlaya söyledi…
Bende yalan yok! Benim de içim kıyılmadı değil hani…
Ve kendisi dış hatlar A kapısından çıktı, gitti…
Ben anlattıklarının yalancısıyım… Sizlerle de paylaşmak istedim…
Anlattıklarına Ben inandım.
Siz inanırsınız inanmazsınız…
Eh! İşin o yönünü bilemem…

1 Şubat 2010 Pazartesi

ALDIM ELİME KALEMİ...

BİR ROMAN YAZDIM.
... Evet! çoktandır tasarlıyordum zaten. oturdum bir roman yazdım. Adı yüzyılın melodisi konusu ise uluslararası bir yarışmaya katılan bir melodinin yarışmanın finallerinde yarışırken şarkıcının yazarın bestecinin kısacası ekibin başından geçenler... hikaye duygusal,romantik,komik,gerilimli,heyecanlı,tempolu,hafif de... neyse.. ama hikayenin tamamı hayal ürünü... isimler olgular,kişiler yerlerin benzerliği tamamen tesadüf!roman yaklaşık 115 A4 yani yaklaşık 240 sayfa! internette yaklaşık yarısını yayınlıyorum. okumak istersenizhttp://www.neremineremi.blogspot.com/ adresini bir tıklayın. umarım beğenirsiniz. beğenilirse sırada daha iki roman var ki bu romandan hiç aşağı kalmaz. ehm! bence tabii!unutmayalım. kendimizi geliştirmek:topluma,ülkeye katkıda bulunmak için okumak da lazım yazmak da...yazdığım romanı okumayabilirsiniz. o zaman oturun bir roman yazın. biz okuyalım efendim. sadece konuşmakla bir yere varılmıyor.şeyy.. bu kadarını bile okuduğunuz için zahmetinize teşekkürler.saygılarımla...yahya GÜNEŞER